HIV Pozitif Hayatın Günlüğü

Archive for Nisan, 2011

Yeni Bir Film…

Yüzünü bile görmediğim bir doktora güvendim. İçimdeki umudu o besledi. Ona durumumu anlatınca “Gel bir muayene edelim” demesi bile anne kıvamındaydı.

27 CD4 ile ilk defa yüzünü göreceğim sadece telefonda konuştuğum doktorun kapısının önündeyim. Yanımda hala hastalığımdan haberdar olmayan annem var. Kendi kafasından benim kanser olduğumu düşünse de açıklamadım. Nefes alamama şikayetim olduğu için zatürree hatta tüberküloz olarak bildi beni bugüne kadar. Hala da öyle biliyor…

Doktoruma da annemin durumdan haberdar olmadığını söyledim. Sağ olsun hastanede kaldığım 4 gün boyunca ve beni her gün ziyarete gelen annemin yanında en ufak bir pot kırmadı. Ne kendisi ne asistanları nede hemşireler. Konu bu noktaya gelmişken bir şeyin altını çizmek istiyorum. Biz HIV Pozitifler için en önemli olan konulardan biri sağlık konularında mahremiyetimizin korunmasıdır. Özellikle sağlık çalışanlarına bu konuda oldukça büyük bir görev düşmekte. Sağ olsunlar, kaldığım bu hastanede herkes benim mahremiyetime saygı duydu.

Bu arada son nefesimi vereceğimi düşündüğüm anda buldum doktorumu. Odasına girdim hikayemi hızlıca anlattım. Hemen bir yerleri aradı ve benim hastaneye yatışım için işlemlere başladı…

Böyle bir doktorum olduğu için şanslı mıyım? Yoksa böyle bir hastalığım olduğu için şanssız mıyım? Bu konuda o dönemde pek karar verememiştim.
Ben hastaneye yatırıldım, İkinci defa hastanede yatacaktım. Daha öncesinde Amerika’da bir gece hastanede kalmak zorunda kalmıştım. Türkiye’de ise ilkti ve inşallah son olacaktı.
Ne kadar kalacağım belli değildi…

Doktor bile bir Şey söylemedi. Belki 1 hafta belki 1 ay belki daha da uzun. Ancak yeni kabul edildiğim iş yerime 15 gün sonra başlayacaktım.

15 günde iyileşmeliydim…

İyileşmeliydim ki hayata tutunayım, çalışayım, okulum bitsin, kep atayım ve diplomamı alayım…

Yanımda 70 yaşında tonton bir dedecik yatıyor ama benden daha genç yerinde duramıyor. Fıldır fıldır hastanede dönüyor. Beni güldürmek için hikâyeler anlatıyor. Egeli olduğu için şivesi de anlattıklarına bambaşka bir güzellik katıyor. Annem, anneannem, dedem beni her ziyarete gelen dedeyle muhabbet ediyor halini hatırını soruyorlardı ve akşam beni renkli gözlü minik dedecik e emanet edip gidiyorlardı.

Hemen kanlarım alındı testler bir de bu hastanede yapılacaktı ve CD4 değerlerime bakılacaktı. İlk gece ateşlendim hem hastaydım hem de hastanede yatacak olmanın verdiği bir huzursuzluk vardı.

Doktorum benim endişeli halimi görünce Pozitif Yaşam Derneği’nden birkaç kişinin beni ziyaret edeceğini onlarla konuşursam rahatlayacağımı hatta bir psikiyatrın beni ziyarete geleceğini söyledi. Her şeyi düşünüyordu bu doktor…

Bana bir tek ona inanmak ve umudumu kaybetmeden biran önce iyileşmek kalıyordu sanırım.

Hastaneye yattığım günün sabahında kanım alındı ve akşamüzeri CD4 değerim çıkmıştı. Bir heves gittim sonucumu aldım. Belki önceki yanlıştır önceki diyerek sonucumu aldım. Hesaplama yöntemini biliyordum ve oracıkta hesaplayıverdim. Sonuç 22 idi. 1 haftada 27’den 22’ye düşmüştü CD4 değerim…

İşte o zaman o koridor bitmedi benim için. Odaya kadar yürümek azap gibi geldi. Filmlerde olur ya hani hastane koridorları görüntüsü. İşte en acıklı filmin başrol oyuncusuydum o anda. Ve bu film zaman içinde çok güzel bir filme dönüşecekti…

Deniz Türk

Mavi Kazağım…

Hastaneden taburcu olduğumdan bu yana hep aynı kot pantolonumu ve mavi kazağımı giyiyorum. Onca kıyafetim var ama hiç birine elim gitmiyor. Bu mavi kazak tıpkı yıllardır alıştığım, tanıdığım ben gibi. Şimdi yeni kıyafetler denemek yeni “ben”e alışmak gibi geliyor.

Sanırım benim için bir simge oldu artık.

Hastanede yatarken röntgene gitmem gerektiğinde tekerlekli sandalye ile götürüyorlardı. Son evrede olduğum için yürümek bir yana uzun süre oturma pozisyonunda dahi duramıyordum. O dönem beni en çok hayrete düşüren şey hastane koridorlarında koşuşturan insanlardı. Onları izliyor ve hayret ediyordum:“Nasıl bu kadar hızlı yürüyebiliyorlar?” Sonra da düşünüyordum: “Sanırım ben bir daha hiç bu kadar hızlı yürüyemeyecek, kumaş pantolon giyemeyecek, oje süremeyecektim”.

Ben başkaydım, ötekiydim çünkü…

O zamanlar bir sihirli kürem olsaydı, tüm bu düşüncelerimin ne kadar yersiz olduğunu görecektim. O günlerden sadece birkaç ay sonra yine oje sürmeye ve en sevdiğim kıyafetlerimi giymeye başlamıştım.

Ben hayatın içinde, tam ortasındaydım…

Dolabımı düzeltirken arada mavi kazağımı görüyorum. Elime alıp gülümsüyorum. Artık hiç giymiyorum…

Sevgi Yılmaz

Hayat Herşeye Rağmen Güzel…

Yaz başında artık çok çok iyiydim. Eski ‘ben’ geri gelmişti…

Yazın ilk sıcak günlerinde 10 gün boyunca nefis bir Ege ve Akdeniz turu yapmış, burada ne 6,5 saat süren raftingden, ne de koylarda teknelerin 2. katından denize atlamaktan, ne de gece gittiğim eğlence yerinde göbek atmaktan geri kalmıştım. Yazın ılık atmosferli bol yıldızlı gecelerinde Rumeli Hisarı’nda, Harbiye’de, Yedikule Zindanları’nda düzenlenen konserlere de gitmiş, sevdiğim şarkılara sesim çıktığınca eşlik etmiştim.

Hayat akıyordu, hem de tüm hızıyla.

Tıpkı eskisi gibi…

Biliyor musunuz? Pozitif olduğumu öğrendiğim andan itibaren ben hiç ağlamadım, hiç yüzümü asmadım.

İlk andan itibaren bu meretin karşısında dimdik durdum. Hastanede yatalak gibi yattığım yerden bile ya annemle, ya da gelen hemşirelerle uğraştım, eğlendim…

Ben hayatla dalga geçtimmm…

Çünkü hayat bana yapabileceği en kötü şakayı yapmıştı ve işin garibi çevrede el sallayabileceğim kameralar da yoktu, yani gerçeğin ta kendisiydi…

Artık sıra bendeydi…

Hayatımda her dönem bir zorluğum oldu. Ama ben kendime olan inancım ve güvencimle ayakta kaldım. Karşıma çıkan olumsuzluklar karşısında panikleyip “Ben bittim, mahvoldum…!!!” demedim. Durup yapabileceğimin en iyisinin ne olduğunu, çıkış yolunun hangisi olacağını düşündüm. Çok şükür ki hayatta her zaman mücadele isteğim oldu. Onun için bu virüs karşısında da yıkılmadım. Ama herkes benim kadar şanslı /güçlü değildi.

Bu virüsün sosyal ağırlığından dolayı damgalanma ve dışlanma korkusu yaşayan bir sürü insan var.

Yani bu virüsün sicili bozuk. Birçok arkadaşım aileleri tarafından ret edilmiş, eşleri tarafından istenmemiş, gittikleri hastanelerde itilip kakılmışlar. Doğru dürüst tedavi alamamışlar, doktorların kaba davranışları karşısında sessiz kalmak zorunda kalmışlar. Bu arkadaşlarımın içlerinden intihara bile teşebbüs edenleri olmuş. Karısını – kızını elleriyle bu virüs yüzünden toprağa vereni bile…

Birçok HIV ile yaşayan insan toplumun bilgisizliği ve bilinçsizliği yüzünden yaşamlarını rahatça idame ettiremiyorlar. Karşılaşacakları tepkilerden dolayı ilaç kullanmayı bile ret ediyorlar. Her geçen gün yeni enfekte olmuş hastaların haberini alıyoruz. Hiç birisinin de öyküleri öyle sıradan değil.

17 yaşında HIV tanısı konan, üstelik 7 aylık hamile gencecik bir kızcağızı, babasından aldığı kan sonucu 12 yaşında minicik bir çocuğun pozitif olması, hele hele o babasının vicdanının sesi hiç dinmiyorken yaşadığı acıyı, mahkumların tecrit odalarına kapatılmasını ve doğru dürüst tedavi edilmediği için aramızdan arkadaşlarınızı yitirdiğimizi duyuyoruz… Bunlar gibi daha nicelerini…

İlk defa yüz yüze başka bir pozitif ile tanıştığımda onun her hareketini mimiğini incelemiştim. O da benim gibi bir insandı. Tabii ilk zamanlar kendimin bile bir insan olduğuna inanmam zaman almıştı. Çünkü o virüsü taşıdığınızı öğrendiğiniz andan itibaren kendinizi bir yaratık gibi hissediyordunuz. Dokunduğunuz her şey irkilmenize sebep oluyordu.

Bir arkadaşımla, HIV pozitif insanların aktif olarak yazıştıkları sanal bir platformda tanışmış, sonrasında da buluşmuştuk. Kendisi 4 yıldır pozitif idi ve durumu gayet iyiydi. Bana anlattıkları ve desteği sayesinde kendimi çok daha iyi ve güvende hissetmiştim. Şimdi o kız arkadaşım en sevdiğim dostlarım listesinde en ön sıralarda yer alıyor. Benim için inanılmaz özel biridir. Sonralarında da internet ortamında aramıza yeni katılan pozitif arkadaşlarla ben buluşmaya, onlara destek olmaya başladım.

Ama inanın bana hayat devam ediyor. Hem de tüm zorluklarıyla ve güzellikleriyle. Hepimizin bir hikâyesi var. Sahne hep aynı, sadece dekor ve oyuncular farklı. Bizlerde üzerimize düşen rolleri en iyi şekilde oynamaya çalışıyoruz işte. İlk etapta rolünü ezberlemek zor oluyor.

Yeni pozitif arkadaşlarım da korkmasınlar ben sahne arkasında durup onlara replikleri fısıldarım…

… HERŞEYE RAĞMEN HAYAT GÜZEL…

Sevgi Yılmaz

Benim 12 Yaşında Bir Çocuğum Var…

Tanı aldığımda hemen çocuğumdan kan aldılar. O sancılı bekleme sürecini yaşadım. Ama nedense ağlayamadım bile, buz kestim dondum kaldım. Çok dua ettim çookkkk. Ben bunlara katlanırım bir şekilde ama o çocuk nasıl baş eder tüm bunlarla?

Neyse ki onda HIV çıkmadı. Geceleri alıp koynumda yatıyorum çoğu zaman. Ona sahip olduğum için ve böyle dokunabildiğim için şükrediyorum. Çünkü hastanede yattığım süre içinde çok hasret kaldım ona çookkkk. Bünyem o dönemde hassas olduğum için yaklaştırmıyorlardı ve ben onu koklayamıyordum. 

Yaşına rağmen hastanede yatmamdan çok etkilenmişti. Çok hareketli ve cıvıl cıvıl biridir. Komşularım eve geldiğimde “O kıpır kıpır kız gitti sessiz içe kapanık bir kız geldi. Senin yokluğun çok etkiledi çocuğu” diyorlardı. Eve çıktıktan sonra 1,5 ay boyunca kızım okuldan her eve geldiğinde daha içeri girmeden kapıda “Annem nerde benim?” diye endişe dolu bir sesle ananesine soruyordu.

Ben de yattığım yerden hemen seslenip cevap veriyordum. Sonraları da kusmalarım da çok etkiledi onu. Hemen yanıma gelip bana bir bardak su ve peçete getiriyordu. Bu seferde okuldan gelince “Annem kaç kere kustu bugün?” diye sormaya başladı. Biz anneler (ve babalar) çocukların gözünde hayatın kale kapıları gibiyiz.

Güçlü ve sağlam…

Ama bizi böyle hasta gördüklerinde sanırım kendilerini güvende hissetmiyorlar ve bizim için çok üzülüyorlar.

Neyse ki şu anda onun yanındayım ve çok sağlıklıyım.

Sevgi Yılmaz

Yeni Bir Hayata İlk Adım…

Doktorum sabah vizite geldiğinde “Sizi artık taburcu ediyoruz” dediğinde nedense bu habere pek sevinememiştim. Burada kendimi çok daha güvende hissediyordum. Eve gitmek istemiyordum.

Bunca uzun zaman sonra eve gitmek garip gelmişti.

“Ama hala bulantılarım var” diye itiraz etmeye çalıştım, ancak doktorum “Evde daha hızlı toparlanırsınız” dedi ve çıkış kâğıdımı hazırlamak üzere odadan çıktı.

Doktorum çıkış özeti kâğıdımı hazırlayıp yanıma geldiğinde güzel bir konuşma yaptı: “HIV ile yaşamak sürekli mücadeleyi gerektirir. İnsanlara HIV pozitif olduğunu söylememende yarar var. Toplum bu konuda çok bilgili değil ne yazık ki. Seni üzebilirler. Hatta bazen doktorlar bile bunu yapabilirler. Tüm bu süreçlerde pes etmek yok. İlaçlarını aksatmak da. Zaten kontrollere geldiğinde görüşeceğiz. Bunların dışında ne zaman istersen gelebilir, bir şey sormak istediğinde bizi arayabilirsin. Biz buradayız. ”

Doktor odamdan ayrıldıktan hemen sonra, bizi alması için babamı aradık. Sonra da annemle yavaş yavaş odamı toplamaya başladık. İlaçlarım, kitaplarım, çamaşırlarım, havlum, Televizyonum,… Tüm eşyalarımı yanıma aldım.

Geride acı ve endişelerimi bırakıp yanıma bir tek inancımı aldım: “HIV ile yaşamak sürekli mücadeleyi gerektirir: PES ETMEK YOK!”

Sevgi Yılmaz

Rüya…

Şubat 2005

Bir geceliğine, ertesi sabah viziten önce odamda olmak kaydıyla hastaneden izin almış eve gelmiştim.

İçeri girdiğimde evim, eşyalar çok yabancı gelmişti bana. Bir ay sonra ancak yıkanabiliyordum. Annem hastanede hep yattığım yerde kolonyalı mendillerle temizleyebiliyordu beni. Gece zor bela daldığım uykumdan uyanmış etrafıma bakınmıştım.

Evimdeydim… İçimden derin bir nefes çektim…

‘Oohhhhh ! Yaşadığım her şey rüyaymışşşş…’ dedim ve gördüğümün kâbus olduğunu düşünerek tekrar uykuya daldım. Sabah babamın başımı okşayarak ‘Hadi kızım kalk, hastaneye geç kalacağız…’ demesine uyandım…

Aaaaaahhhh olamazzzz!!! Yaşanan her şey gerçekmiş… Oysaki rüya olduğuna nasıl da inanmıştım…

İşin garibi o manzarası gasılhane olan beyaz duvarlı odama döndüğümde kendimi daha güvende hissetmiştim. Sanki hayatımda o odadan öncesi yoktu.

Benim bir geçmişim ve hayatım yoktu…

Yattığım sürede ne ziyaretçilerim bitti ne de telefonum durdu. Öyle çok sevenim varmış ki… Odamdan çiçeklerim, telefonumdan çağrılarım ve mesajlarım hiç eksik olmadı. Bu hastanenin hemşireleri de doktorları da çok iyiydi. Sabahları beni “Günayyddınnnn prenses…” diye uyandırıyorlardı. Hepsi bana son derece ilgili ve sıcak davranıyorlardı. Hiç kendimi dışlanmış, yalnız hissetmiyordum. Sadece kızımı, kokusunu çok özlüyordum. Haftada 1 geliyordu, ama ben enfeksiyonlara çok açık olduğum için fazla kimseleri yanıma yaklaştırmıyorlardı.

Bir ayda burada yattıktan sonra hala dinmeyen bulantılarımla birlikte taburcu olmuştum. Artık kusmalarıma evde devam ediyordum. 3,5 ayı da evden çok nadir dışarı çıkarak yarı iyi durumda ve yanı başımda bir kova veya torba ile geçirdim. Sonraları yavaş yavaş vücudum ilaçlarımı tolere etmeye başlamış, bulantılarım azalmaya başlamıştı. Tüm zorluğuna rağmen ilaçlarımı düzenli kullandığım ve beslenmeme çok dikkat ettiğim (etmeye çalıştığım için diyelim) için ilk tanı konduğunda 24 olan CD4 sayım kısa zamanda yükselmişti. Hayata olan inancım ve yaşama inadım sayesinde bunu başarmıştım.

Fiziksel acılarla dolu olan dönemim artık geride kalmaya başlamıştı.

Bir daha dönmemek üzere…

Sevgi Yılmaz

Yılbaşı Gecesi…

Bu yılbaşı evde ailece güzel bir akşamı planlıyorduk…

Hasta olduğum için bir yere gitmeyecek, evde geçirecektik. Ancak yeni yıla 3 gün kala ben hastaneye kaldırıldım.

İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi (Samatya) tüm denizi ve gümrük işlemleri için bekleyen yük gemilerini görecek şekilde sahildedir. Annem yan yatağımdaki hastanın refakatçisi ile camın önünde oturmuş gecenin karanlığında ışıldayan gemileri seyrediyordu.

Annem birden sevinçle “Sevgi… bak gemilerden havai fişek atıyorlar. Yeni yıla girdik” dedi. Ben yarı aralık gözlerimden anneme baktım. Sadece içimden “İsterdim” diye geçirdim.

Annem sesine yerleşen hüzünle “Keşke kalkıp buraya kadar yürüyebilseydin, seyredebilseydin” dedi.

Bu geceden 15 gün sonra denizi yattığım yerden elimdeki aynadan yansıtarak görüyordum.

1 ay sonra küçük küçük adımlarla camın önünden seyrediyordum denizi.

4 ay sonra denizin kenarından hastanenin camına bakıyordum…

Sevgi Yılmaz

Tatil…

Yattığım yerden serum şişesinin içinde aheste aheste düşen damlaları izliyordum. Bu telaşsız damlacıkları izlerken yaptığım ilk tatilim geldi aklıma…

Kendi paramı kazanmaya başladıktan sonra birikimlerimle gittiğim ilk tatilim benim için muhteşem özgüven vericiydi. Daha önce tatil sadece gazete kupürlerinde gördüğüm reklamlardı benim için.

Annem, ablam ve kızımla birlikte Side’de 5 yıldızlı bir otele gittik. Bol bol yüzdüm, günde 8 öğün yemek yedim, güneşlendim ve otelin tüm animasyonlarına katıldım. Şanslı bir tatil oldu benim için: kaldığım bir hafta boyunca dart oyununda en fazla kokteyli ben kazandım. Kadınlar arası bilek güreşinde son rakibimde olan Rus kadını epey bir zorlansam da bileğini masaya yapıştırdım ve bir şişe kırmızı şarabı hak ettim. Ve son olarak tüm tatile gelenlerin birlikte oynadığı tombala da bingo yaptım.

Yüzmekten yorulan kollarımı dinlendirmek için havuzun kenarında mola verdiğimde gözlerimi kapatıp doğayı dinliyordum. Arada gözlerimi aralayıp yemyeşil palmiye ağaçlarına bakıyor ve gülümseyerek içimden “tatildeyim… ilk kez tatildeyim” diye geçiriyordum.

Kızım da o kadar mutluydu ki. Sapsarı yabancı çocukların içerisinde hemen fark ediliyordu. Diğer çocuklarla dil nedeniyle anlaşamasa da oyunları hep ortaktı. Bazen anlaşmak için konuşmak gerekmiyordu. Öğlen uykusuna yatmamak için çok direniyordu ama güneşin en tepede olduğu saatlerden de korunmamız ve dinlenmemiz gerekiyordu. Akşamları ise uyumuyor yorgunluktan adeta bayılıyordu.

Kızım yemeklerde ne yiyeceğine bir türlü karar veremiyor, her şeyden tabağına dolduruyordu. Tabağında sütlaç ile tavuk soteyi yan yana gördüğümde şaşırmıyordum artık. Ya anneme ne demeli; en sonunda tatlı yemekten mide fesadına uğramıştı. Ablamla birlikte hiçbir servisi kaçırmıyorduk. Yüzerken “Aaaa pizza saati geldi.” Hooppp pizzaların başına. Veya “Abla, bak pasta servisine başladılar, hadiii” deyip alel acele kurulanıp kendimizi elimizde çatalla buluyorduk.

Serumum bitti. Acaba yine öyle yüzebilecek miydim?

Şimdi boğazımdan bir lokma dahi geçmezken pizza yiyebilecek miydim?

Sevgi Yılmaz

Ben artık bir HIV pozitiftim…

18 Ocak 2005

İstanbul Üniversitesi (Cerrahpaşa) Tıp Fakültesi’ndeki ilk gecemden sonra biraz biraz buraya alışmaya başlamıştım. Sil baştan tüm tahlillerim burada yeniden yapılmaya başlandı.
Western blot (doğrulama testi), viral yükü (vücudumdaki virüs sayısı) , CD4 sayıları (bağışıklık sistemimdeki akyuvarlarımın sayısı)… Hepsi için tekrar tekrar kan alındı.

Benim doğrulama testimin sonucunu 2 gün sonra vereceklerdi. İnsan içinde “Belki yalancı pozitifliktir… Belki negatif çıkar diye…” diye nasıl büyük umutlar besliyor bilemezsiniz… Ama olmadı ve sonuç pozitif geldi!…

Bu arada hemen kızımdan kan alındı. Hamileliğim sırasında mı HIV ile enfekte olmuştum, ona da geçmiş miydi? Ancak onlarda bir şey yoktu…

Evden televizyonu ve kitaplarımı da getirtmiştim. Manzarası gasılhane (ölülerin yıkandığı yer) olan odamda rahattım… Korkacak hiçbir şey yoktu çünkü emin ellerdeydim…

Her gün annemle gasılhaneyi seyredip “Allah rahmet eylesin. Bu ölenin seveni çokmuş.” Veya “Aaa bak bu pek bir kimsesizmiş. Kimseler yok” diyerek katılımcı profilini inceliyorduk.

107 numaralı odada günler benim için çok yavaş geçti. Ve yaklaşık bir hafta sonra ilaçlarıma başlama zamanı gelmişti.

O sabah ilk dozlarıma, içmeden önce uzun uzun baktım. Ve o andan itibaren artık onları ömrüm boyunca içeceğimi düşündüm…

Benim hayat arkadaşlarım, yani yaşamımın bedeli olacaklardı…

İlaçlarıma başlayalı henüz 2 gün olmuştu. Prospektüsünde okuduğum onlarca yan ektiden hiçbiri bende olmamıştı. Yemeklerimi güzelce yer ve birazda kilo alıp güçlenirsem kısa zamanda bir şeyciğim kalmayacaktı. En azından ben öyle olacağını sanıyordum…

3. günün sonunda, akşamüzeri hafifçe midem bulanmaya ve yine halsizleşmeye başlamıştım. Hemşire hemen gelip bir iğne yaptı. Sonraki zamanlar günde 3 doz yaptığı bu iğneler bulantılarımı geçirmemeye başladı. Bunlara ilaveten günde iki doz çok güçlü (kanser hastalarına kemoterapi sonrası verilen) bir ilaç daha eklediler. Ama bunlarda ne 24 saat dinmeyen bulantılarımı kesmeye, ne de gün içinde defalarca kusmalarıma engel oldu.

(Not: İlaçların yan etkileri olan bu bulantı ve kusmalar sadece benim bünyemin yapısından kaynaklanan bir durumdu. Sonrasında HIV tanısı alıp tedaviye başlayan bir çok arkadaşım oldu ve bir çoğunda bu belirtilerin hiç birisi olmadı. HIV tedavisi alan herkeste mutlaka yan etki olacak diye bir kaide yoktur. Bunu önemle vurgulamak istiyorum.)

Bana tanı konduğunda viral yüküm 29 bindi, bu iyi bir rakammış, yani virüs sayım oldukça az demek oluyormuş. CD4 sayım ise 24’tü, işte bu çok çok düşüktü. Diğer insanlar gibi olabilmem için 200’ün üzeri olması şartmış. 200’ün altı risk grubu oluyormuş ve fırsatçı enfeksiyonlara en açık halde bulunduğunuz zamanlarmış.

Yılbaşını nerede, hangi arkadaş grubumla geçirsem diye düşünüp, sürekli planlar yaparken 2005 yılbaşına hastanede komada girdiğim gibi, bayramı da hastanede yine koma vaziyette geçirmiştim. Üstelik bu sefer doktorların hepsi izindeydi. Nöbetçi doktor da ilaç kullanımında bir değişiklik yapmaya yetkili değildi.

Tanrımmmm…. 24 saat hiç ama hiç dinmeyen bulantılarım, gün içinde defalarca kusmalarım ve ishalim vardı. Tüm gün annemin bana yalvararak yedirmeye çalıştığı sadece bir dilim çorbaya batırılmış etimekti. Sadece yumuşatılmış bir şekilde onu yiyebiliyordum.

Evet, bir dilim etimek…

Gitmiyordu, boğazımdan geçmiyordu. Bırakın ayağa kalkmayı göz kapaklarımı bile açmaya takatim yoktu. Ve tüm bunlara rağmen içmeye mecbur olduğum sabah 7 akşam 7 doz ilaçlarım vardı. Bulantılarım için Allah’tan iğnelerimi günde 5 defa kolumdan yapıyorlardı.

Çoğu gün ilaçlarımı içtiğim gibi hemen geri kusuyordum ve dozlarımı yeniden içmek zorunda kalıyordum. İlaçların boğazıma değmesi hissinden nefret ediyordum. Ben bir lokmayı yutamazken her gün o 14 adet ilacı içmek zorundaydım.

Hastanede yattığım sürece kollarıma onlarca kanül takıldı. Bir ara hesaplamıştım, yanılmıyorsam 18 defa. Çünkü artık yeni bir damar bulamaz olmuşlardı ve kollarımın her yeri morluklarla doluydu. Vücuduma giren serum miktarının sayısını ben bile şaşırdım. Çok rahatlıkta 50 şişe olmuştur. Belki daha da fazlası…

Sevgi Yılmaz

O Gün…

11 Ocak 2005

Bu sabah hemşireler hiç yüzüme bakmadılar.

8 kişilik koğuşta yatan en genç hasta ben olduğum için serum değiştirmeye, iğne yapmaya geldiklerinde en uzun benim yanımda kalır, sohbet ederlerdi.

Nedense bu sabah hepsinin yüzü asık ve gergindi. İçlerinden esmer olanı “Bir daha asla kimseye eldivensiz dokunmam!” diyerek eldivenlerini bileklerine kadar şaklatarak çekti.

Herhalde Sağlık Bakanlığı’ndan denetlemeye geldiler diye düşündüm…

Öğlene doğru babam geldi, yüzü kıpkırmızı. Yüzüme bak(a)mıyor. Odanın içinde kıpır kıpır, tedirgin.

Herhalde ilaç sırasında çok bekledi ve sıkıldı diye düşündüm…

Doktorum hızlı adımlarla odaya girdi, ailemin dışarı çıkmasını istedi. Yatağın kenarına oturdu.

Doktor: Hiç yurtdışına çıktınız mı?

Ben : Evet.

Doktor: Hımmmm! Peki, evli misiniz?

Ben : Boşandık.

Doktor: Ne zaman boşandınız?

Ben : 7 yıl oldu.

Doktor : Çocuğunuz var mı?

Ben : Evet, 12 yaşında.

Doktor: Boşandıktan sonra ilişkileriniz oldu mu?

Ben : Evet bir erkek arkadaşım oldu.

Doktor: Tamam anladım dedi ve çıktı. 10 dakika sonra Dr. Aylin hanım beni ayrı bir odaya çağırdı. Yeni yeni yürüyebildiğim için yavaş yavaş adımlarla odaya girdim. Genişçe olan bu odada, daha dengeli oturabilmek için kanepenin üzerinde bağdaş kurarak oturdum.

Dr. Aylin : Sana yaptığımız bir tahlilin sonucu pozitif geldi.

Kısa bir süre duraksadıktan sonra: “HIV !!!” dedi…

Ben : (anlamayan gözlerle bakıyordum) Nedir o?

Dr. Aylin : (fısıltı halinde) yani AIDS!

Ben :Büyük sessizlik… İçimde çok büyük bir sessizlik oldu…

Herhalde bir karışıklık oldu diye düşündüm…

Tanımı açıklar açıklamaz doktorum karşımda bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama ben duymuyorum. Derinden sesler geliyordu sadece:

“HIV’i baskılayan tedaviler var. Taburcu olduktan sonra düzenli ilaç kullanarak günlük hayatına devam edeceksin. Bu bilgiyi senden başkası ile paylaşmayacağız. Saçma sapan şeyler yapmaya gerek yok!”

“Saçma sapan şeyler yapmaya gerek yok!”

    “Saçma sapan şeyler yapmaya gerek yok!”

                    “Saçma sapan şeyler yapmaya gerek yok!””

Ses durmadan yankılanıyor, ama ben anlamıyorum. Beynim, bedenim uyuştu. Oturduğum yerde sallandım. Sanki o an; habersiz olduğunuz bir anda görünmeyen bir el tarafından keskin bir uçurumun kenarından aşağıya itildim. Tam parçalanmak üzere, dibe vurmak üzereyken, tekrar aynı hızla yukarı çekiliyor ve yeniden aşağı doğru uzanıyorsun. Bu defalarca tekrarlanıyor…

Neden sonra dünyaya geri dönebildim. O da sorumluluklarım aklıma geldiğinde. Kızımı, işimi, ailemi düşündüm. Birden babamın yüzü geliyor gözümün önüne. “Babam! Babam biliyor! Buranın klinik şefi onun arkadaşı, o söylemiş olmalı. N’olur bana anlattıklarınızı onlara da anlatın, öğrensinler”

Odama döndüğümde babam anneme “Kan yoluyla ve seksle geçiyormuş. İlacı varmış, kısa sürede iyileşir dediler” dediğini duydum. Annem hiç tepki vermeden yatağıma uzanmam için yardımcı oldu.

Sağ tarafıma, cenin gibi kıvrılarak yattım. Sadece bir noktaya odaklanıp kaldım. Az önce yaşadıklarım, duyduklarım doğru muydu? Yoksa uyuyakalmış ve rüya mı görmüştüm? Bir türlü ayırt edemiyordum… Ben kimdim???

Sevgi Yılmaz