HIV Pozitif Hayatın Günlüğü

Archive for Nisan, 2012

Kişisel Onur’un "Özgür Medya" tarafından ihlali

Üzülüyorum kardeşim… Senin hayatını yitirmene bu yaşta. Yaşanacak ne güzel aşkların vardı. Ellerini tutacaktın sevdiğinin, gözlerine bakmaya doyamayacaktın. Onun gülüşü, seni kerrelerce mutlu edecekti. Yanındayken o, varlığı ile hayat bulacaktın, tazelenecektin kardeşim…

Ama bir kaza aldı seni… Bilmiyordun kim bilir içinde neler taşıdığını. Bir başka sorunun seninle yaşadığını…

Ama en acısı da, ölümünün medyadaki davranış şeklini ve tutumunu ortaya çıkarmasıydı. Yani ona alet olmak da vardı kaderinde senin. Talihsizlik eseri ve eminim bilmeden edindiğin bir virüs, medyaya bal-kaymak bir haber edecekti seni. Traj artardı böyle durumlarda. Ne kadar ajite ederse medya, o kadar çok satardı. Senin onurun da satıldı böylece.

Resmin yayınlandı gazetelerde, ismin açık açık söylendi senin kişisel haklarını hiçe sayarak.

Ve ölümünle aslında kaç kişiye deva olmak istemiştin yaşarken belki de. Organlarının onlara hayat vereceğini düşünmüştün. Veya ailen bir yüce davranış şekli gösterip, bedenini bağışlamışlardı ihtiyacı olanlara.

Ama sen bir daha öldün. Seni futursuzca haber yaptılar. Ve sen ne yazık ki bir daha öldün ve ailen bir daha yaşadı acıyı…

Bu muydu özgür medya ve bu muydu habercilik!!!
Ne yazık ki, bizim ülkemizdeki yanlış uygulamalardan biriydi bu…

Yazık, yazık, yazık!!!

Üstüne üstlük, habere yorumlara bakınca bilgisizliğin ve beslenen önyargının, ne kadar büyük nefrete dair tutuma sebep olduğu görülür. Neredeyse, HIV ile enfekte olan bireylerin yaşamaya hakkı olmadığı yorumlarını yapmak, buna izin vermek ve yayınlamak kadar caniliktir. Ben aslen, bu haberi hazırlayan, yayınlayan ve bu yorumları yapanların bile hiç bir kötülüğü haketmediklerini savunurken, bir gün daha insani tutum içerisinde olmalarını dilerim. Kaldı ki, cinsel yol da dahil olmak üzere, kişiden kişiye geçen ve hatta bulaşıcılığı en yüksek sağlık sorunu bu değilken, tek bulaşma yolunun cinsellik olduğu ve belli zümre ve gruba ait olduğu iddiası da cahilliğin ispatı. Ve zaten farklı olana karşı ayrımcılığı da, hiç bir neden haklı çıkarmaz.

Sağlık sorunlarının hepsi insana dairdir. Ve işte bu ayrımcı tutumlar ve nefret söylemleri nedeniyle, bir çok kişi bu ve buna benzer sağlık sorunları nedeniyle tedaviden kaçmakta. Bunun vabali de, herkesin boynuna…

Allah düşmanımın başına böyle hatalı ve önyargı doğuran ve önyargıları körükleyen haberlere alet olmayı nasib etmesin…
Kişisel hakların korunması, önyargıların engellenmesi ve nefretin önlenmesi ile ilgili yasalar ve otosansürden yoksunluk ve her şeye rağmen traj kaygısı sonucunda, medyamız’ın akıl ve sorumluluk sahibi olması hala gerçekleşmiş değil…

Nurlarda uyu kardeşim…

Fatih Egelioğlu

Haber… (Keşke adını ve resmini yok edebilseydim senin)
http://www.haberturk.com/yasam/haber/718154-dokunan-yandi

SENİ DİNLEMEYE HAZIRIM “ŞARKI” HAZIRIM SENİ SÖYLEMEYE.

“İkimiz de nasıl bir sınavdan geçtik bilmiyorum. Ama bu iki genç insan evliliğimiz boyunca birbirimizin amansız hastalıklarımızın bekçileriydik.Tüm derdimiz, birbirimizi iyileştirmek oldu.Belki de bu yüzden; kadın-erkek savaşlarına hiç vaktimiz olmadı.Belki de yine bu yüzden “O “ artık ölene kadar dostum. Levent YÜKSEL”

Yazılarımı yazarken, şarkı üstüne şarkı seçerken denk geldim bu cümlelerin de kurulduğu şarkıya.

Birbirimizden uzakken , yaklaştığımız anlar başlar birbirimize dokunduğumuz andan itibaren. Nar’ı saymak kolaydır görür görmez ve taneleri saymak gibidir işte dokunmak. Bir seyir, bir yolculuktur soyunduktan sonra başlayan. Birbirimizin kaç tanesi olduğumuzu saymaya, birbirimiz için ne? olduğumuzun yanıtını vermeye. “Bir” olmak değil midir oysa birlikte olmak. Yani sarı ve maviden yeşil yapmak gibi bir şey değil midir bu. Birbirine karışmak ne de güzeldir. Ne güzeldir parmak izleri bırakmak birbirimizde. Suç’u hatırlatır oysa parmak izleri…ta ki birbirimizi anlayana dek ve o zaman temize çekilir suç saydıklarımız, günah saydıklarımız, bize yabancı hallerimiz. Sadece “yeşil”di oysa Adem’in elması. Onu günah sayan bizlerdik.

Sertab la Levent i, bu savaştan alıkoyan da buydu. Dokunmanın lezzeti.

Oysa gerek var mıydı “hasta” olmaya. Neydi hasta olmak. Ezberlediğimiz bir şarkı mıydı.

Senin şarkın nasıldı ve ben dinlemeye, söylemeye hazırdım seni.

İnanç ÖZGÜR

İKİ DUDAK ARASINDA UNUTTU EZBERİNİ

“Tom Hanks ‘in oynadığı Philadelphia ” olarak hatırlatır ve tavsiye ederdik filmi. Aslında daha çok hatırlardık, çünkü tavsiye etmek tehlikeliydi. Film sıradan, bildik bir aşk hikayesini anlatsaydı kolaydı. Ama iki erkek birbirini seviyordu ve üstelik içlerinden biri HIV pozitifti. Filmdeki oyunculuklar veya müzikleri tavsiye etmenin ardına sığınamazdı insan. Neden bu hikayeyi tavsiye ediyorumun acabaları başlar mıydı? Başlardı. Reçelli filmi arkadaşımla seyrederken başıma gelmedi değil bu. Acaba sende mi?…… Sorusu bankoydu ve soruldu. Hitchcock filmlerindeki katil de bendim yani…

Film, “Tom Hanks’ in oynadığı Philadelphia” filmi değildi artık. Prova ve çekimlere ben de katılıyordum.

Filmi özetlemicem tabi ki, “yaşamımdan kesitler var” da demicem. Sadece filmi ilk seyrettiğim yıllarda HIV negatiftim ve o zaman da aynı tepkiyi verdiğimin altını çizicem. HIV pozitif olmadığım halde, yaşanan ve yaşatılanlara verdiğim tepki aynıydı. Yani karşı çıkmak, sinirlenmek ve bayrak kaldırmak için o hikayeyi yaşaması gerekmez insanların. “Bana dokunmayan yılan” hikayesinin ardına sığınmaya gerek yoktur. İnsan hakları, hasta hakları, sevme hakları diye sıralanan, hak demeye bile gerek olmayan, “ben de insanım” diyebileceğim bir yaşam sadece. Bugün savunmadığımız adaletin, yarın dilencisi olduğumuz bir can simiti olmasını beklemek hiç adil değil biliyor musun. İşte o zaman , ben olsam dilenmeye utanırdım..

Evet ya ben de insanım, erkeğim, falan filanım…

Ne sakallarım, ne traş losyonum, ne kol düğmelerim ne de gömleğimin sol tarafındaki düğmelerim değildi erkeklik. Erkeklik; mertlikti, sözün er’ i olmak, komşunun kızına sahip çıkmaktı. Bir yetmişliği bitirmek efsaneydi. Bu değildi erkeklik.

Hayatımdaki keskin dönüşlerin farkına varacağım yılların henüz kaleme alınmadığı zamanlardaydı yelkovan..İyi bir yazar olacak ve ben yazacaktım ve bunu henüz bilmiyordum. Ve ben kendi ezberimi bozmakla ilgiliydim o sıra. Ve iki dudak arasındaki ezberi bozdum önce.

Anne ben…..” le başlayan cümlemin ikinci paragrafında pozitif olduğumu da söyleyip bir ezberi bozmaya daha başladım; önce ailem, sonra arkadaşlarım ve sonrasında da söyleyebildiğim bütün kalabalığın.

İşte böyle kokardı erkek. Beni alaşağı etmek için bulduğu iki sebebin alnını karışlayıp , onurlu ve güçlü adımlarla yürürdü şehrin caddelerinde.

Ve her defasında; o yüzden

Anka Kuşları’nın kalbini çaldım.
“Hırsız” desinler.
Razıydım

İnanç ÖZGÜR

Mutluluk limanlarına hep beraber…

Zaman geçti… Gittikçe bilgilendim. Sekiz ay geçmesine rağmen hala “yeni” durumuma alışmaya çalışıyorum. Belki de kabullenmek ama tam olarak kabullenmek demek daha uygun olur. Böyle bir kabulleniş var mı bilmem ama o yolda ilerlemekten başka bir yöntem yok. Ancak bu yolda ilerlerken, o yolun henüz başında olan insanlara rastlıyorum. İşte o anlarda, sekiz ayın nasıl bir bir katediş sağladığını anlayabilem mümkün olabiliyor. Hala destek alırken, destek de verebileceğimi görmek, yolun başındaki arkadaşlara bir anlamda omuz vermek insanlığın en önemli yönlerinden birini hatırlatıyor. “İnsanlara özgü değil yalnızlık, bizler birbirimize güç vermeliyiz en azından.” diye düşündürüyor. En azından pozitif olmayanlar da, böyle bir derde düşmeden bizi anlayana kadar. Biz insanlar, depremleri, tusunamileri, savaşları hep televizyonlarda görüp, bize hiç gelmez, dertler bizi bulmaz demedik mi!… Yanlış anlaşılmasın; Allah düşmanıma bile, bu derde düşerek anlamayı gösermesin beni… Ama bildiğim bir şey var ki, beni, bizi, hepimizi yine en iyi bizler anlarız… Bizler,  pozitifler, pozitif yakınlarıyız.

Gönüllü olarak elimden ne gelirse yapıyorum bazen. Telefon çaldı bir gün. Bir hanım vardı karşımda. “Nasıl başlayacağımı bilemiyorum!” dediğinde, aslında onun nasıl başlayamayacağı ile ilgili her şeyi ilk cümlede anlamıştım. Dinledim, dinledim, dinledim. Benim de pozitif olduğumu söylediğimde, bana nasıl yakın hissettiğini biliyordum. Aynen benim de bana pozitif olduğunu söyleyen ve destek veren kardeşim gibi. Ne biliyorsam anlattım ona. Elimde olsaydı da o konuştuğumuz dakikalar içinde, onun da duygularını sekiz ay öteye taşıyabilseydim. Her şey iyi olacaktı, her şey geçecekti.

Başka şehirlerdeydik, onların şehrine düştü yolum. Zaten geleceğimi söylemiştim. Buluştuk. Birbirimizi tanıyorduk. Çok yakın hissettim onlara. Ve ne biliyorsam yine anlatmaya çalıştım. Kahveler içtik, gelecek planlarımızı konuştuk. Muhabbetlere daldık, kötülükleri unuttuk.

En zor günler, ilk günler işte. Bir bebeğin ayakta durmayı öğrenip, ilk adımlarını atabilmesi evresi gibi. Geçecek ve bir gün yelkenler açılacak, rüzgarlar dolduracak yelkenleri, dalgaları aşacak hayat teknemiz… Birimiz karaya gözleyecek, birimiz dümende, birimiz halatları toplayacak, birimizin gözü pusulada. Karayı görecek diğer birimiz Ve o güvenli ve güzel mutluluk limanına demirleyeceğiz hep beraber…

Fatih Egelioğlu

Çocuk Sahibi olmak…

Gayet sağlıkli bir çocukken, anneme “Beni niye doğurdun?!!” diye kızdığım olmuştur… Beni doğururken bana sormadığını, sadece kendi çocuk sahibi olma egosunu tatmin için beni dünyaya getirdiğini söylerdim. Kendime de, bu dünyaya çocuk getirmeyeceğim konusunda söz vermiştim o zamanlar. Dünyanın iyi yönde ilerlemediğini ve anasız babasız bir çok çocuk olduğunu ve eğer çocuk sahibi olacaksam, onlardan evlat edinmemin daha doğru olacağı daha mantıklı gelirdi hep. Çünkü insanın kendi kanından ve DNA’sından bir çocuk sahibi olma isteği,  en büyük egolardan biriymiş gibi gelirdi. 

Sonra zaman geçti ve evlat edinmekle ilgili evrakları hazırladım, tüm şartlarım uyuyordu. Ve ne olduysa oldu, pozitif olduğumu öğrendiğimde, o konudaki tüm hayallerim de yerle bir oldu. Artık zaten evlat edinme ile ilgili kanuni şartlara sahip olmadığım gibi, bir çocuğa karşı tüm sorumluluklarımı yerine getirebileceğim duygusal güce  de sahip olmadığım hissindeydim.
Tüm bu mantıkla, HIV pozitif biri olarak çocuk sahibi olmaya da zaten kendi şahsımda sıcak bakamazdım. Pozitif birinin çocuğunun da pozitif olma şansı ne kadar düşük olursa olsun, bunu yüklenemezdim.
Dünyaya gelmek her şartta çocuğun tercihi olmamakla birlikte, pozitif bir bebek olarak doğmamak da onun elinde değil sonuç olarak, ufak bir ihtimal olsa bile… Ancak aynı şeyi, pozitif biri ile bilerek ve isteyerek, aşk ve birliktelik yaşayan biri için söyleyemem, söylemem… Zaten aşk-biliktelik ile bilerek ve isteyerek kelimeleri örtüşmüyor gibi geliyor bana. Aşk’a karşı koyuş ile ilgili psikolojik ve ağır bir yük ve engelle karşı karşıyayım hala ama bir aşkın beni ne kadar mutlu edebileceğinin de farkındayım. Öyle bir yük ki bu, büyük bir aşkı bile dile getirebilme gücüne sahip değilim hala ve olabilir miyim bilmiyorum. Dile getirseydim de, karşılık bulamama olasılığının büyüklüğü boynumu kıldan ince kılıyor.
Pozitif oluş bir insanın hayatını işte bu kadar ipotek altına alıyor, bu kadar sınırlıyormuş. Aşk duygusunu barajlarca biriktirip, kapaklarını hep kapalı tutmaya zorlayabiliyormuş. Değil kendi çocuğu olması, evlatlık edinebilme hevesini kursağında bırakabiliyormuş.

Kimseyi suçlayamıyorum; ne olmasını dileyip, elini tutamadığım aşkımı, ne de gözlerinden öpmeye doyamayacağım ve beraber koşamayacağım çocuğumu…

Oysa ne büyük aşık ve ne iyi baba olurdum ben…

Fatih Egelioğlu

Kapısını çalabileceğimiz bir yer var…

“HIV tanısı almanın şaşkınlığı ve “dünyada bununla yaşayan tek ben varım” duygusu ile doktoruma” gidip bilgi alabileceğim, ‘benim gibi olan’ insanlarla tanışabileceğim BİR YER VAR MI?” diye sorduğumda, “maalesef yok” demişti… Bunu söylerken iyice yalnız hissettiren bir bakışı vardı…

Sonra Yahoo HIV gruba üye olup diğer HIV ile yaşayan insanlarla yazışmaya başladım. Artık dünyada tek olmadığımı biliyordum. O yıllarda diğer HIV pozitiflerle sadece grup üzerinden yazışılarak iletişim kurardık. Hemen hemen tüm HIV ile yaşayan kişiler deşifre olma korkusu ile bir araya gelmekten çekinirdik.

Mail grubunda her geçen gün yaşadığı bir ihlali anlatan HIV pozitifler ve gönüllüler; “artık Dernekleşmenin vaktidir” diyerek 2005 yılının Haziran ayında HIV/AIDS ile yaşayan insanların sahip olduğu hakları savunmak, dayanışma sağlamak ve toplumda var olan yanlış bilgileri, önyargıları ortadan kaldırmak amacıyla Pozitif Yaşam Derneği‘ni kurdu…

2005 yılından bu yana biz HIV/AIDS ile yaşayan kişilerin korkmadan bir araya gelebileceği, sorularına yanıt bulabileceği BİR YER VAR! HIV pozitiflerin kapısını çalabileceği Pozitif Yaşam Derneği VAR!”

http://www.pozitifyasam.org

Sevgi Yılmaz

Mutlu olmak varken bu dünyada…

Bugün bir şarkı paylaşmak istedim sizinle.

Kendinizi sözlerin melodisine bırakın…

Mutlu olmak varken bu dünyada 
Geceler geldi dayandı kapımıza 
Olduk acımızla sarmaş dolaş 
Bekledik düşümüzle koyun koyuna

Mutlu olmak varken bu dünyada 
Geceler geldi dayandı kapımıza 
Olduk acımızla sarmaş dolaş 
Bekledik düşümüzle koyun koyuna

Sevgi Yılmaz


Anka Kuşları’nın kalp hırsızıyım–Devam

Kaçmayı tercih eden değildik. Kovalamayı seçendin sen. Hiç bilmediğim 1 oyun içindeydik ki oyun da değildi aslında. Kovalayan sen, kaçan ben. Al sana oyun.
 
Yaşamak ve sevmek gibi…Aşk gibi…Dokunmak, sarılmak,öpüşmek gibi…İstisnasız tüm insanlara bağışlanmış Tanrının hediyelerini, insan dediğimiz varlık hangi hadle çalabiliyorsa… İşte “oyun dediğimiz” bu şeyin adı “HIRSIZLIK” oluverdi artık. Düpedüz benim sevgimi, aşkımı çalıyordu insan. Nefesimi çalıyordu ben bir ölümlüye nefes vermek isterken.
 
Ben bir ölümlüye nefes vermek isterken!
 
Yazıldığı gibi okunur ” SEVMEK”
 
 
Bir tek sıfatı vardır kanımca yaratılmışlığın. “İnsandır” tarifi. Ve ayrıntıdır “erkeklik ve kadınlık” . Başka türlü sevmez ki erkekLER. Aynen yazıldığı gibidir “sevmek”. Bir duygudur yani. Yazıldığı gibi okunur. Ne ezberlenir, ne planlanır ne de öldürülür. Fıtrat; sever!
 
Sen uyurken severdik biz.
 
 
Sevdiğinin beline koyardın elini, sarardın. Dudaklarında aynı yere konardı. Aklın uçar, yerden kesilirdi ayakların . Aynı anda, aynı saniyelerde biz de aşıkken ; sizi yutkunarak seyrederdik. Sevmesine severdik de;  Ya sen uyurken severdik ya ölüp ölüp dirilir de severdik. Yüreğimiz ağzımıza gelirdi de yine de severdik. Cinayet mahallindeki parmak izleri sana aitken, katili bizdik sevmenin, aşkın. Bir suç? Daha işleyip yine çaldık Anka kuşlarının kalbinden. Yine sevdik.Fıtrattı sevmek.
 
İşte bu yüzden çaldık Anka kuşlarının kalplerini. İz kalmasın diye yanaklarımızdaki dudak izlerini silerdik. kalp atacaktı makus. Ama yine de  zordu nefes almak, nefes almak kıt-kanaat. Elalem ne derdi, sen ne derdin sonra. Çünkü bu topraklarda sevmek yasaktı ve bir o kadar günahtı.
 
Senin öptüğün saçlar uzun, benim dudaklarımın değdiği kısaydı. Rakı kokardı, katran kokardı nefesi.
 
İnanç ÖZGÜR

Anka Kuşları’ nın kalp hırsızıyım.

Senin topraklarında yasaktı sevmek.
Günahtı da üstelik.
Yutkunarak sevdik o yüzden.
Kaşla göz arasında öptük.
Zaman kolladık.
Sen uyurken sevdik biz.
 
Kaç kere öldük
Ve dirildik te kaç kere.
Anka kuşlarının kalbini çaldık.
“Hırsız” desinler;
Razıydık.

İnanç ÖZGÜR

Köpek…

Onu anlatmasamıydım!…

Benim gibi geveze biri, durabilir mi!…

Elbette yazacağım… Susarak biriktirdiklerime sayın… Bugün havadurumuna inat, in ve cin’in top bile oynamadığı sahile gittim… Akdeniz böyle dalgalı da olabilirmiş demek ki… Tabii rüzgar da esmekte… Hep kışın uzun sürmesinden şikayet eden ben, artık bekleyemedim… Çıkardım üzerimi… Eserse essin dedim, çarparsa çarpsın… Beni neler hala çarpamadı ki…!

Rüzgara rağmen, güneş ısıtmaya başladı… Ve aralarındaki bu maçda güneş galip geldi ve yere doğru küçülüp, bir şeyleri siper edinince iliklerim güneşe selam verdi. Isındım…

Ve üzerimi giyinip, yürümeye başladım deniz boyunca… “Sahil boyunca” da diyebilirdim ama dalgaların değediği yerler olarak anlayıverin. Yazın bir mahşer kalabalığına dönen bu yerin sahibi olmak da güzelmiş. Bir siyah ve güleç yüzlü köpek bitti yanımda. Beraber yürümeye başladık. Benimle susmaya meyilli… Oturduk ve denizi seyrettik… Abartısız söylüyorum… İkimiz de denize baktık uzun uzun… Ve yine yürüdük… Fotoğraflar çektik. Ben nereye, o oraya… Ne şanssızlık ki, yanımda yiyecek veya yiyebileceği hiç bir şey yoktu… O da böyle bir şey beklemedi zaten. Bir şey istemedi…
Bir hayli zaman geçti öylece. Sonra dönme vaktim geldiğinde beni yolun sonuna kadar uğurladı. Beraberliğimiz bölece bitti bizim; benim, köpeğin, rüzgarın, güneşin, kumsalın ve denizin…

Aklıma geldi şimdi… Yarın gitsem bulur muyum orada diye… Son zamanlarda onun hissettirdiği güzelliği, kimse hissettirmedi…

Fatih Egelioğlu