HIV Pozitif Hayatın Günlüğü

Archive for Mayıs, 2012

"Bugün dua ettim hepimiz için!" Sezen Aksu

Şarkılar geliyor aklıma ve onları dinlediğim zamana götürüyor her biri. Ama hengisini dinlesem, içinde bir şeyler var benden. Ya standart bir insanım veya ne söylediyse anladım. Aslında söylediği, yazdığı ve notaladığı her şeyde biraz veya çok, ben de varım; kendimi bulduğuma göre…
 
Bir arkadaştan dinledim onunla geçen bir kaç saatlerini. Kıskandım çok. “Ama karşıma gelse, ne konuşurdum ki!” diye düşündüm sonra. “Onun şarkılarındaki o ve benden başka ortak ne geçmişimiz var?” diye sordum. Dünya üzerindeki aynı zaman dilimini yaşamamız da bir şans aslında. Kalü Bela’dan bu yana geçen milyonlarca yıllık zaman içinde, hayatta olduğumuz zamanın çakışması minicik bir şans değil mi ki, Minik Serçe ile?
 
Evet kıskandım arkadaşımı… Onu anlattıkça daha da kıskandım. Bir elin verdiğini, diğer el görmemeli. “Onun tüm organları diğerlerinden habersiz!” desem, “Egosu bin basacakken dev aynasında kendi yansımalarında kaybolan insanlara, hiç yok!” desem… Anlayan anlar…
 
Hayatın kıyısına gelen ve sonra bir elin geri ittiği insanların anlaşabilme yetenekleri, istekleri, özgürlükleri, sadelikleri… Kıyısandan bir rüzgarın geri üflediği aynı ağırlıktaki ve büyüklükteki ruhları… Ve daha da karıştırsam söylemek istediklerimi ve ağzımdan çıksa, kalemimden dökülse ve sonra havada bıraksam…
 
Her şarkında kimi düşündüysen de, ben kendime illa bir köşe buldum Minik Serçe…
 
Seni seviyorum…
Ne olur, elime dokun!…

Fatih Egelioğlu

HIV/AIDS ilaçları nasıl kullanılmalı?

HIV/AIDS ile yaşayan bireyler ilaçlarını nasıl almalıdır? Toplumda çok az bilinen ancak bilenin de çok işine yaradığı ilaçlar sayesinde, HIV baskılanıp, normal yaşam şartları sağlanıp, HIV + bireylerin kaliteli yaşam düzeyine sahip olmaları mümkün kılınıyor. Ancak ilaçların bir düzen içerisinde alınması şart. Bugün biraz bu konudan bahsetmek ve kendi deneyimlerimden yola çıkarak deneyimlerimi paylaşmak istiyorum.

Ağzımda daha fazla gevelemeden uygulamadaki bir durumu ortaya koymak istemekteyim. Bu ilaçlar aynı saatte ve her gün alınma durumundalar. Bu zorunluluk bazen yeni sorunları da yanında getiriyor. Örneğin ilaçların alınmasının unutulması veya zamanında alınamaması veya hatta mükerrer olarak alınması da ayrı bir sorun. İlaca direnç oluşmaması için ilaçların zamanında alınması ise ayrı bir önem taşır. Mükerrer alımlar ise, organları yorabilir ve ağır yan etkilere neden olabilirler.

Kişisel ve paylaşılmış yaşanmış deneyimlerden haraketle, ilaçların unutulmaması veya unutmayı en alt düzeye indirmek için neler yapılması gerektiğini söylemekte yarar var. Örneğin;

– Artık cep telefonları ayrılmaz parcalarımız neredeyse. Bu nedenle onların alarmları her güne ayarlanabilir,

– Alarm çalar çalmaz ilaç alınmalıdır. Peki geciktirilirse ne olur? Çok geciktirilmezse sorun olmaz dense de, geciktirmek bazen ilaçların alınıp-alınmadığı ile ilgili çeşitli şüphelere yol açabilmektedir. Böylece alınmama durumları veya mükerrer alımlar doğabilir,

– İlaçlar muhakkak aydınlık bir ortamda alınmalıdır. Çünkü böylece aynı ilaçtan iki tane veya ilaçların bulunduğu kutudan başka ilaçların, alınması gerekli olanın yerini alması engellenir,

– Bol su ile alınmalıdır. Bol su, ilaç emilimini daha olumluya yaklaştıracağı gibi, su böbreklerin sağlığı için önerilmektedir,

– İlaçlar muhakkak en az bir kaç günlük olacak şekilde yedeklenmelidir. En azından ilaç teminindeki sorunlarda, yedekler kullanılabilir,

– Evden ayrılırken, muhakkak bir kaç günlük ilaç kişinin yanına alınmalıdır. Böylece hesapta olmayan, planlanmayan evden uzak kalışlar ve misafirlikler veya zorunluluklar oluşması durumunda, kişinin yanındaki ilaçlar kullanılabilir,

– İlaçların tamamı kişinin yanına alınmamalıdır. Böylece hepsini kaybetmek önlenebilir,

– Kişinin yanına alınacak iki ilaç eşit sayıda alınmalıdır. Böylece mükerrer veya eksik alımlar önlenebilir,

– Çok bölümlü ilaç kutuları kullanılıp, o günün ilaçları yan yana ve ayrı bölümde tutulabilir. Böylece ilacın alındığına emin olunur. Her gün, yeni ilaç ikilisi o bölüme yerleştirilir,

– İlaç kullanım süreleri kontrol edilmeli, eczaneden süresi dolmuş veya geçmekte olan ilaçlar alınmamalıdır. Veya süresi en erken dolacak kutular, daha erken bitirilmelidir. İlacın değiştirilmesi durumunda, Pozitif Yaşam Derneğine bağışlanabilir. Böylece başka hastalara bağış sağlınmış olabilir,

– Mobil ilaç kutusunda kafa karıştırıcı ilaç bulundurulmamalıdır. Aynı renkte veya şekilde ilaçlar, eksik veya mükerrer alımlara neden olabilirler,

– İlaç alımından bir saat sonra kusma olayı yaşandıysa, tekrar ilaç almaya gerek yoktur,

Diğer bir konu da, ilaçları alırken boğazda kalma hissinin nasıl önleneceği veya yutulmamış hissi ile ilgili paranoyanın nasıl giderileceği. Bol su ile alındıktan sonra, bir dilim meyve veya ekmek parcası ile bu sorunun da aşılabilir kanısındayım. En azından ben böyle yapıyorum.

Sevgiler

Fatih Egelioğlu

KOL DÜĞMELERİ

İki düğme iki ayrı kolda.
…………….

Akşam olunca sustururum herkesi her her şeyi
Gelir kol düğmelerimin birleşme saati.
Usul usul çıkarır koyarım kutuya yan yana.
Bitsin bu işkence kalsınlar bir arada.
……………..

Sabah gün ışığında, yalnız gece buluşanlar.
Yaşlı gözlerle ayrılırlar düğmeler gibi.
Bizim gibi ayrılırlar.

Sevgili MANÇO’ yu rahmetle, bir kere daha,bize dair satırlarıyla anmak istedim.

Bu topraklardaki tek yalnız, “Tek” sevdalı ve yol gözleyen adam ben değilim tabii ki. Böyle bir matemaTEK sana da haksızlık.

Ama emin ol; sevdamı gizlemek zorunda kalmasaydım, gece nöbetleri yazdırmazdım sevdama.

Nöbetleri erkekler tutar bu topraklarda , usul usul kutusuna koyduğum kol düğmelerini takar, sabah uyandığında işe gidersin sen.

 
Sevdalandım çaktırmıyorum anlayacağın. Şarkı mı söylemeli avaz avaz!?
Evet evet. Sezen AKSU dinlemeli. O ne yapar eder bir yol bulurdu. Ki ben daha önce de üstesinden geldim bu durumların.

Sezen AKSU öyle demişti bana: “Oğlum hadi kalk Alsancak’a ( Pasaport) git, insanlara karış, çay söyle kendine, gevrek ye, bir göz karışır gözlerine.

İnanç ÖZGÜR

HIV’I hak etmek…

Biri geldi yanına yaşayan kütüphanedeki, kanlı canlı kitabın…
– Sizce hak etmiş olamaz mısınız?
– Neyi?

Sonra biraz düşündü nasıl devam edeceğini…
– Yani, HIV + biri olmayı!
– Belmem… Sizce başımıza ne geliyorsa, hak ettiğimiz için midir? Siz benim hangi yolla aldığımı biliyor musunuz? Veya hangi yolla alınması daha müstehak kılar bu hastalığı? Biliyorsunuz veya bilmiyorsunuz, HIV+ bebekler de var, onlar ne yapmış olmalılar ki hak etsinler bu durumu? Ya test edilmeden kan verilerek bu sağlık sorunu edinenler? Düşünerek ve vicdanınızla konuştuğunuza inanmıyorum ben. Belli ki bazı önyargılar sizi de esir almış. Ve en kolayı da, onlara teslim olmak olmasın? Bence kimse hak ettiği için sağlık sorununa sahip olmaz. Herhangi bir sağlık sorunu, her birimizin bir gün ve bir şekilde başına gelebilir. Kanser olan akrabamız, ona reva olduğu için mi o durumdadır? Ya yürürken başına taş düşen, çalışırken iş kazasına uğrayan, bir yangında mahsur kalan, çığ altında kalan biri? Tekerlekli sandalyeye mahkum olan bir ağabey? Bu depremin ancak hak edenlerin başına geldiğini iddia etmek gibi duygusuz ve yanlış bir yargı bence… Çok büyük bir önyargı… Düşüncelerimizin ve hayatı görüş ve yaşayış biçimimizin, diğer tüm insanlarca benimsenmesi gerektiği ve tek doğrunun bizimkisi olduğu yanılgısındasınız bence… Ömür dediğimiz süre bir şekilde son bulmakta, kalp krizi geçiren yaşlı amca ne günah işlemişti sizce? Ve zaten her birimiz eninde sonunda bir şekilde veda edeceksek yaşama, yaptığımız hatalar nedeniyle midir bu sonuç? Tabii ki hiç kimsenin ve hatta düşmanımın bile bu sağlık sorununa sahip olmasını istemem ben, ama artık tıp öyle ilerledi ki, pozitif olan bir bireyin tedaviye erişimi olduğu sürece hayatını diğer insanlar gibi sürdürebileceği ve normal yaşam süresine erişebileceği ifade ediliyor. Kronik hastalıklar listesine alınan HIV+ olma durumu, artık kontrol altına alınabiliyor da. Öyle, ya da böyle bir şekilde önümüze çıkabiliyor sorunlar.

Bu sorun hep belli kalıplara oturtularak, sahiplerine reva görüldü. Hiç bir gruba ve sınıfa ait olmasa da, düşüncemizde önyargılara tabi tuttuğumuz gruplara müstehak gördük. Oysa, tekrar etmek istiyorum kimse hiç bir kötülüğü hak etmiyor. Yaşam ve o yaşamı mutlu olacak şekilde yaşamak herkesin hakkı ister sağlıklı, ister herhangi bir sağlık sorununa sahip olarak.

Ne olursa olsun, insan hak ettiği için hasta olmaz. Biyolojik varlık oluşumuz gerçeği temelinde, bu sorun da her sağlık sorunu gibi insana ait bir olgu. Ve lafı uzatmadan bir kaç kelime daha etmeme izin verin; Bence hiç bir insan yüzde yüz iyi veya yüzde yüz kötü değildir. Ama önyargıları aşmak belki de bir insan olarak yapabileceğimiz en akılcı eylem olur. Bu soruna sahip olan insanların bazıları, sırf bu önyargılar yüzünden tedaviyi reddetmekte. Ve sonunda onları bu virüs değil, önyargılarımız öldürmekte. İşte bu kadar tehlikelidir önyargılarımız. Ben sizin aslında belli kalıpları alıp, onların sizi sıkıştırdığı çerçevede düşünmekten daha geniş görüş açısına sahip olduğunuzu ve daha büyük bir düşünme kapasiteniz olduğunuz kanısındayım. Beni okumayı istemek de, yeni düşüncelere açık olduğunuzun ispatıdır diye düşünüyorum. İyi ki geldiniz ve konuştuk. Belki bir gün bizim sağlık sorunumuzun da, her bir sağlık sorunu gibi insana dair olduğu düşüncesini ve insanlığın bilimsel ilerlemelerle bu dahil, diğer tüm sorunlara çare bulacağı umudunu benimle paylaşacağınızı umut ediyorum.

Genç okuyucu, ayağa kalktı ve elini uzattı… “Ben sizin kötü biri olduğunuzu düşünmüyorum! Ben de bir gün buna çare bulunmasını umuyorum! Zaman ayırdığınız için teşekkürler!” dedi… Gülümseyerek uzaklaştı sonra…

Sizin kafanızda da benzeri soru işaretleri var mı? Var ise eğer, yarın bir hastahaneye gidin… Ve çevrenize bakın, orda olan herkes sizce hak etmiş midir hasta olmayı?

Fatih Egelioglu

BÜTÜN ŞARKILARINI SAYDIM. İÇLERİNDEN BİRİ EKSİK

Bu sene çok iyiyim, geçen tüm yıllardan daha iyi. Yaşadığım yerde her şey yerliyerinde sanki. Kaldırımları düzenledim, parklar , bahçeler tam istediğim gibi yemyeşil ve apağaç. Bütün evler 3 katlı ve balkonları sardunyalı. Herkes yolun sağından yürüyor ve biribirine çarpmıyor. Ne güzel. Hiç kimse biribirinden özür dilemiyor ne güzel. Nisan yağmurları da Nisan’ da yağıyor. Domatesler domates kırmızısı.
 
Küçüklüğümde duymaya başladığım bir cümle; yaşlılar hep şöyle derdi; “ Bu sene hiç iyi değilim” Her sene tekrarlarlardı bu cümleyi oysa. “Allah geçinden versin” derdi annemler.
Dua mı ederlerdi acaba tespih çekercesine? Her sene bir boncuk dua.
 
Allah rahmet eylesin.
 
Nineler ve dedelerle çok içli-dışlıydım ben çocukluğumdan beri. Arasıra onlar gibi konuşur güldürürüm eşi dostu. Ben büyürken onlar da vardı yanımda. Neredeyse her şeye günah derdi onlar. Kaç yıl geçti üstünden, hala tırnaklarımı keserken aklıma gelirler. Bir de severken aklıma gelirler babaları ve oğulları.
 
Sonra Sezen AKSU diye bir kız şarkı söylemeye başladı. Şarkı değildi bazıları.Tırnak makasıydı.Sadece bir tek şarkısını dinlerken ağlardım. “Bir zamanlar deli gönlüm” dü şarkının adı. Hala da öyle.
 
Evet evet Sezen AKSU’ nun emeklisiyim ben. Beni asıl O büyüttü.
 
Kimbilir kaç şarkısında dilime dil olmuş sözleri varken, aklıma bu sözleri geliverdi şimdi bak. Şimdi mi?
 
Yine de bir eksik var bu şehirde. Bütün şarkılarını saydım Sezen AKSU’nun. Hepsi var , bir tanesi eksik.
 
“Şöyle yürekli bir sevdam olmadı
Alsın götürsün beni ta güneşlere”
 
İnanç ÖZGÜR

Sahibinden, az kullanılmış aşk…

Başka isim altında özgürleşebiliyorum ancak şimdilerde. “Bu kadar insan yalnızken, niye bu kadar insan yalnız!?”a yanıt yok.
Aklımdan geçenleri seslendirebilsem. Her düşündüğümü korkusuzca söyleyebilsem… Arkadaşlarımı kaybetmek korkusu olmasa keşke, içimdekileri bir dökebilsem. Ama biliyorum, bir gün, sözlerime koydukları noktaları birleştirip, resimler çizeceğim…

Hem ismimin harflerinin ne anlamı var… Onlar başka şekilde dizildiğinde, başka bir anlam alırlar. Beni baş aşağı etseler de, yine benim. Beni tanımak isteyen, ancak ruhumdan anlar. Sevmek isteyen, sadece ben olduğum için sever ancak… İlla da tek hücreli bir canlıya kurban edeceklerse algılarını, beni bu virüs değil, sadece ve sadece bu önyargılar öldürür…

Ve bilinmeli ki; bu dünyada hala tek emri ile binlerce kişiyi öldüren tiranlar var… Ayrıca bir gün, hep uzakta olan, bize dokunmayan yılanlar, gelir bizi de sokar… Depremlerce, binlerce insanın başına yıkılan dağlar, bir gün bizim ayaklarımızın altından da kayar…

İnadına yaşayacağım… Sevmeye tam gaz devam. Varsın olmasın karşılığı, elimi uzattığımda tutan olmasa bile… Şu an omuzum, bir baş bulamasa da, ötelerden söylenmiş bir “Merhaba!” çıkmıştır elbet yola… Kulağıma vardığında, arkamı döneceğim ve ben de “Merhaba!” ile karşılık vereceğim… Küçük de olsa ihtimal, yani kabul edilirse eğer, verebileceğim en güzel şey; sahibinden, az kullanılmış aşk…

Fatih Egelioğlu

Korkuyorum

Korkuyorum……. Bir çocuğu alet etmek istemiyorum benzetmelerime…. Ama koca ve zamanından önce yaşlanmış düşüncemle, hissettiğim aynen bu!… Koridorda adımın söylenmesini beklerken, dakikalar uzuyor yine… Beyin hücrelerimde sessiz savaşlar… Bir beyaz önlüklü doktor yürüyor önümden. Peşisıra gülerek muhabbet eden hastabakıcılar, sıra bekleyen asık suratlı, belli ki kaygı denizinde yüzmeye çalışan insanlar arasından geçip, gidiyorlar. O kadar kanıksamışlar ki bu ortamı, ha duvar, ha bekleyenler var… Suçlamıyorum onları, biz insanlar, her duruma alışma yeteneği ile donatılmışız.

Yine düşüncelerime dalıyorum. Dakikalar geçmiyor. Kapı açılsın ve adım söylensin diye beklemelerdeyim. Gözlerim bir saatin saniyeleri gibi, kapıyı kolluyor. Kapı açıldığında, barajdan boşalan su misali kapıdan girme yarışındayken sıradakiler, yine uzakta kalmayı yeğliyorum. Geçmese de zaman, acele etsem ne yazar. Yetişeceğim hiç bir yer yok.

İleride genç bir kız var. Başka bir kapıyı bekliyor. Yanında babası ve annesi olsa gerek. Kız ağladıkça, onlar yatıştırmaya ve cesaretlendirmeye çalışıyorlar. Kız çağrılıp, içeriye girdiğinde ise, annesi rol yapmayı bırakıp, ağlamaya başlıyor adamın omuzunda… Şimdi adam onu teskin etme çabalarında. Kapı açılıyor ve kız tekrar görünüyor. Annesi, bir çırpıda siliyor gözyaşlarını ve yüzü değişiyor yine. Bir gülücük konduruyor dudaklarına. Ellerinden tutup kızlarının, uzaklaşıyorlar.

Ve benim adım söyleniyor. Geçen hafta gelmiştiniz diyor MR çeken kişi (belki de doktor)… “Bir MR daha istemişler. Biz sizi bekletmemek ve tüm prosedürü baştan yaşamamanız için, hemen bugün tekrar almak istedik.” diyor… “Bir sorun mu var?” diyorum ama kısaca “Bilemiyeceğim.” diyor. Üstelemiyorum.

“Dır dır dır dır” sesleri ile başlıyor koskoca makina… “Nefes alllll, tuttttt!”… Sonra “nefes verrrr!”… Bu arada makinanın içinde bir nokta var, geçen haftadan çok iyi tanıyorum onu. Bilmem kaç kişinin yöneticisiyken, her emri yerine getiren iteatkar bir köle gibiyim. “Al !” denince alıyorum, “Ver!” denince veriyorum nefesimi… Kaç kere denirse, o kadar… İğneden, hiç korkmadım hayatım boyunca, şimdilerde zaten ne yazar. Damarlarım onların. Benim iyiliğim için yapıyorlar, sağolsunlar… Üzerimi giyiyorum sonra. Beklentimin çok ötesinde kibarlar MR’cılar (böyle midir bu mesleğin adı?)…

Dışarıya çıkıyorum. binadan. Dışarısı güllük gülistanlık. Beklediğim yaz gelmiş. Sevgililer el ele. Tıp okuyan genç insanlar, aynı zamanda aşk mevsimindeler. Her yer sevgililerin, beni sıkan bu hastahanede bile… Bir genç doktor adayı, yanağına öpücük konduruyor sevgilisinin… Çok hoşuma gidiyor aşk ve onu yaşayanları seyretmek… Ne geçtiyse o koridorlarda, unutup, yüzümde bir gülücük beliriyor… Birden o beyaz önlük içinde, doktor adayında vücut buluyorum… Sevgilimin elleri sıcacık, kalbimiz aynı frekansda, gözlerimiz parıl parıl… Mutluyuz…

Fatih Egelioğlu

Güzel insanlar biriktiriyorum…

Yaz da geldi. Bu yaz ilk yazım, hayatımın en uzun geçen kışından sonra. Bu yaz için bir çok şey biriktirmiştim. Ne kadarını yapabileceğimi merak etmelerdeyim. “Haftanın iki günü çalışma günü olsa, beş günü tatil!” diye dileklerim vardı yıllar önce. Bilseydim böylesi bir kabulü, asla istemezdim. Böylesi “sevgili kul” olmak değildi hayalim!… Mesela en son, Sapanca’da daha önce bize çay getiren çocuğa rastlamıştım. Gülüşü dünkü dolunay gibi güzeldi. Muhabbet etmiştik onun dilince. Ve yine bir kaç gün önce Sapanca’dan geçmekteyken, aklıma geldi yine. Hatta aynı yerde oturup, onu sordum. “Yok bugün Ertuğrul!” dediler, “Babası burada çalışıyor, onunla geliyor buraya.”. İki bardak çaydan sonra yola koyulup, henüz otobana girmeden karşımda yine o küçük insan… Erik toplamış ve yoldan geçenlere satıyor. Durdum ve camı açtım. Beni görünce ne kadar mutlu oldu Ertuğrul… Bir o kadar da ben… Çığlık attı, “aaaaaa!” deyip, uzattı elini… Ne saf ve ne temizdi çocuk. Bu kadar basitti karşılıklı mutluluk vermek işte. Ve yine özledim sonra onu…

Biz insanlar daima sahip olduklarımızdan başka şeyleri istemek için yaratılmışız belki de. Şimdiki isteğim malum, bakalım nasıl olacak şimdi. Çok ütopik gelse de, umut insanı ayakta tutan.

Bir yandan adımlar atarken hayatın yollarında. Güzel insanlar biriktiriyorum, onlar gibi… Ertuğrul gibi…
İnanmayacaksınız ama bana o gülen yüzü ile mutluluk veren küçük çocuğu yine özledim…
İnsan mutluluktan başka ne için yaşar ki!
Sadece kendim için değil, herkes için tuttuğum dilek anlaşılmıştır sanırım…

Fatih Egelioğlu

Bir gün, "öteki" olabiliriz hepimiz….

Bir toplum içinde, binlerce ayrı fikiriz hepimiz. Ayrışmak istersek, muhakkak bir neden bulabiliriz elbet, ancak birleştirecek binlerce ortak yönümüzü göremeyecek kadar da yeteneksiz olmak gerek. “Kör olmak gerek” demiyorum bile bile, bazı görme engellilerin görmekten daha büyük yetileri ve önem verdikleri değerler ve sorunları var.

Türkiye adındaki, o leziz çorbada tuzuz bazılarımız, bazılarımız güzel kokulu baharat. Tek tek yavan tadımızla, birleşerek büyük bir lezzet oluşturduğumuzu ahhhh bir görebilsek!…

Büyük bir tesadüf eseri mi diyelim; ama mesela “Türk” ve “Kürt” kelimelerindeki tek fark bir harf iken, ÜÇ HARF ise ORTAK!… Ben bu üç harfi görmek isteyip, sindirenlerdenim. Çerkezlersiz veya Doğu Karadenizlisiz bir Türkiye eksik olmaz mıydı mesela… Ya Boşnaklar!??? Bulgaristan Göçmenleri’nden, Romanya’dan kopup gelen, Arnavutluk’u bırakıp yurt olarak Türkiye’yi seçenler olmasaydı eksik olmayacak mıydık…? Efeler’in, Seymenler’in, Gaziantep’in, Şanlıurfa’nın, Bitlis’in, Rize’nin halk dansları değil mi çocuklarımıza öğrettiklerimiz… Ermeniler’imizden, Rumlar’ımıza ve Yahudiler’imize ve Süryaniler’imize değin hepsi bizim… Yeri gelince tarihin mirası demiyormuyuz her bir rengimize ve Türkiye’lilerin gönlünün zenginliğinden ve ihtiyacı olana kucak açışından dem vurmuyor muyuz…

Bizi oluşturan tüm renkleri sayabilme iddiasında değilim ve aslında bu kadar çok bileşenimizin oluşuna şaşmıyor da değilim… Başka hangi ülkede böylesi zenginlik var derken, bunun doğallığı geliyor aklıma… Biz, Amerika, Avustralya gibi sonradan veya mecburen oluşturulmuş bir toplum değiliz. Biz işte bu karışımı, tarihin bugüne getirdiği kokusu ve tadı ile yaşamaktayız.

Kendi kişiliğimdeki özellikleri tek tek saymaya başladım bugün…;
– Ben bir erkeğim
– Ben bir Karadeniz kökenliyim
– Ben İstanbul’da doğdum ve büyüdüm ve yaşıyorum
– Ben bir üniversite mezunuyum
– Ben bir ortadirek ailenin oğluyum
– Ben bir ortayaşlıyım
– Ben bir müslümanım
– Ben ne yazık ki bir HIV Pozitif’im
– AMA Ben bir İNSANIM… tıpkı farklı “Ben”lerle kendini tanımlayanlar gibi…

Biz insanlar belki de hep ortak acılarımız, üzüntülerimiz, engellerimiz, ayrımcılığa tabi olan özelliklerimizle birleştik en çok. Bizi ayrıştıran her şeyi unuttuk o zaman… Önyargılarımızı biraz daha geride bıraktık. Daha kolay koyabildik kendimizi, bir başkasının yerine…

Kötü olaylar hep televizyonlarda, gazetelerde ve hep başka insanların başına geldi veya biz hep böyle olacağını zannettik… Ve bir gün bizi buldu, diğerlerinin başına gelenler. Ve o zaman acımıza, sorunumuza ortak aradık…

Keşke ağzımda gevelediğim ama bir türlü hissettiğim kadar, hissettiremediğim duygularımı, düşüncelerimi tam olarak ortaya koyabilseydim… Keşke hepimizin özde tüm farklılıklarımıza rağmen İNSAN olduğumuzu ve tüm sorunların bir gün hepimizin başına da gelebileceğini sol kulağınıza söylerken, sağ kulağınızdan çıkmasını engelleyebilseydim.  Ve ister uzuuun, ister kısa süren ama en sonunda çok kısa hissettirecek bu hayat denilen göreceli zamanda, hepimizin mutluluğu hak ettiğimizi ve birbirimizi anlamamız ve olduğumuz gibi kabul etmemiz gerektiğini haykırıp, kabul ettirebilecek güce sahip olabilseydim…

Hiç tahmin etmediğimiz bir gün üstünlük ve güçlülük illüzyonundan uyanıp, aşağıladığımız, görmezden geldiğimiz, görmeyi istemediğimiz bir “öteki” olmuş bulmak da var kendimizi..

Fatih Egelioğlu

Toplum Gönüllüleri Vakfı – Yaşayan Kütüphane

Toplum Gönüllüleri Vakfı (TGV) Sakarya Üniversitesi Öğrencileri’nce düzenlenen “Yaşayan Kütüplane Etkinliği”ne bir HIV Pozitif olarak katıldım. Sekiz ay önce bu cümleyi kurabileceğimi asla düşünemiyordum. Şimdi, bilgisine bilgi katma konusunda istekli ve bu bilgiyi diğer insanlara da verebilecek, iyi yürekli insanlarla tanışma fırsatını bulduğumda 4 saatlik etkilik için Sakarya Üniversitesi’nin yolunu tutmuş buldum kendimi. Aslında, tanı aldıktan sonra bugüne değin (8 ay), kimsenin bana İstanbul dışına çıkacak motivasyonu sağlayamadığını düşününce, kendi açımdan sırf bu etkinliğe katılmak da bir aşamaydı benim için.

Dört saatin nasıl geçtiğini anlayamadım desem yeridir. İlk “yaşayan kütüphane” deneyimim olması ve kendi durumumu geçen sekiz aya rağmen hala sindirebilme aşamasında olmam nedeniyle, önce çekimser katıldığım bu etkinlik sonrasında, anlattıklarımdan çok, anlattıklarımın anlaşıldığını düşünmek mutluluk verdi. Ve organizasyonu gerçekleştiren genç insanların, olugun yürekleri ve koskocaman gönüllerini ve topluma bir şeyler kazandırmak için karşılıksız çalıştıklarını görmek güzeldi.

Tek tek benimle görüşenlerin yüzlerini hatırlıyorum. Hatta yanımdan ayrılırken yüreklerinden akanları görebilmek ayrıcalıktı.

Orada gördüğüm, tanıştığım üniversiteliler ve hatta liseliler tahminlerin ötesinde olgun ve sağlam kişiliklerdiler. Eminim ki, gelecek daha güzel olacak, almadan vermeye ve topluma bir şeyler katmaya istekli bu insanlar sayesinde…

Sağolasınız Sakarya Üniversitesi’nin sevgili öğrencileri ve orada tanıştığım iki müthiş ve büyük yürekli liseli kardeşlerim…

Fatih Egelioğlu